“
Ruha bir derece müşabih ve ikisi de
âlem-i emirden ve irâdeden geldiklerinden masdar itibarıyla
ruha bir derece muvâfık, fakat yalnız vücûd-u hissî olmayan nevilerde hükümran olan kavânîne dikkat edilse ve o namuslara bakılsa görünür ki: Eğer o kanun-u emrî, vücûd-u haricî giyse idi, o nevilerin birer
ruhu olurdu. Hâlbuki o
kanun daima bâkîdir. Daima müstemir, sabittir. Hiçbir tagayyürat ve inkılâbat, o kanunların vahdetine te’sir etmez, bozmaz. Meselâ; bir incir ağacı ölse, dağılsa; onun
ruhu hükmünde olan
kanun-u teşekkülâtı, zerre gibi bir çekirdeğinde ölmeyerek bâkî kalır. İşte madem en âdi ve zayıf emrî
kanunlar dahi böyle beka ile, devam ile alâkadardır; elbette
ruh-u insanî; değil yalnız beka ile, belki ebedü’l-âbâd ile alâkadar olmak lâzım gelir. Çünkü;
ruh dahi
Kur’ân’ın nassı ile, قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبِّى ferman-ı celîli ile
âlem-i emirden gelmiş bir kanun-u zîşuur ve bir nâmus-u zihayattır ki, kudret-i ezeliye, ona vücûd-u haricî giydirmiş. Demek, nasıl ki sıfat-ı irâdeden ve
âlem-i emirden gelen şuûrsuz kavânîn, daima veya ağleben bâki kalıyor; aynen onların bir nevi kardeşi ve onlar gibi sıfat-ı irâdenin tecellisi ve
âlem-i emirden gelen
ruh, bekaya mazhar olmak daha ziyade kat’îdir, lâyıktır. Çünkü; zîvücûddur, hakikat-i hariciye sahibidir. Hem onlardan daha kavîdir, daha ulvîdir. Çünkü;
zîşuurdur.”
1)