“Günahlar,
hayat-ı ebediyede dâimî
hastalıklardır. Bu
hayat-ı dünyevîde dahi
kalb,
vicdan,
rûh için mânevî hastalıklardır. Sen eğer sabredip şekvâ etmezsen, şu muvakkat bir hastalık ile dâimî pek çok hastalıklardan kurtuluyorsun. Eğer günahları düşünmüyorsan, yahud
âhireti bilmiyorsan veya
Allah’ı tanımıyorsan, sende öyle dehşetli bir
hastalık var ki; milyon defa sendeki bu küçük hastalıktan daha büyüktür. Ondan feryad et. Çünkü bütün dünyanın mevcûdâtıyla kalbin, rûhun ve nefsin alâkadardır. Mütemâdiyen firâk ve zevâl ile o alâkalar kesilip, sende hadsiz yaralar açılır. Bâhusus
âhireti bilmediğin için,
ölümü idam-ı ebedî tahayyül ettiğinden –âdetâ– güyâ yara bere içinde,
dünya kadar hastalıklı bir vücudun var. İşte en evvel hadsiz yaralı ve hastalıklı bu büyük mânevî vücudun hadsiz hastalıklarına kat’î ilâç ve kat’î şifâ verici bir
tiryak olan
îmân ilâcını aramak ve
itikadını düzeltmek gerektir ki o ilâcı bulmakta en kısa yol, bu maddî hastalığın yırttığı
gaflet perdesinin altında sana gösterdiği aczin ve zaafın penceresiyle, bir Kadîr-i Zülcelâl’in kudretini ve rahmetini tanımaktır. Evet
Allah’ı tanımayanın
dünya dolusu belâ başında vardır.
Allah’ı tanıyanın
dünyası nurla ve mânevî sürurla doludur. Derecesine göre
îmân kuvvetiyle hisseder. Bu
îmândan gelen mânevî sürur ve şifâ ve lezzet altında, cüz’î maddî hastalıkların elemi erir, ezilir.”
2)