“
Latîfe-i rabbâniyenin,
zâhir yönü,
mülk ciheti, fizikî yanı sayılan, bizim sine dediğimiz ‘sadır’ onun,
bâtınî ve
melekûtî derinliklerine, ceberûtî televvünlerine bir mahfaza ve
mânânın maddedeki resmi mahiyetindedir. Bu mahfaza içinde
kalb; gönül dünyasının dışa bakan ve içi rasat etme konumunda bulunan değişik tecellî dalga boyundaki
feyizlere bir ‘beyt-i lâhut”, ‘fuâd’ da diyeceğimiz
latîfe-i rabbâniye ise, bilkuvve (potansiyel olarak) ilâhî isim ve sıfatların mücellâ bir aynası,
âlem-i ceberûtun –inkişafı ölçüsünde– bir müşahid-i hâssı,
iman nuru ve
iz’an ziyasının mahall-i tecellîsi, kamer-i
irfanın matla’ı,
keşf ü
ilhamın âhizesi ve ilâhî
vâridâtın da mahzeni ve nâkilesidir. Böyle bir konum ve misyonu itibarıyla onun ‘şağaf’ dediğimiz derinliği, her zaman iştiyak ateşiyle alev alev yanan, âdeta bir fırın ve ocak gibidir ki, çevresinde sürekli
aşk u vuslat çatırtıları duyulur. ‘Sır’ ise, o ihata edilmez fevkânîliğiyle her zaman
latîfe-i rabbâniyenin omuzlarında, ona dayalı, daire-i ulûhiyete müteveccih lâhûtî bir dürbün veya mücellâ bir aynadır ki, her zaman nüzûl unvanıyla bir kasr-ı tecellî kabul edilegelmiştir; mâsivâ kirlerinden pak olduğu sürece her dem misafiri bulunan bir kasr-ı tecellî.. evet, böyle bir tecellînin vukû ve temadîsi için
şuur, idrak ve
ihsas ufkunun cismaniyete ait isten-pastan pak olması şarttır.”
3)