Halvette esas olan, ruhun tasfiyesi, nefsin tezkiyesi ve vicdan sisteminin bütünüyle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ederek O’nun maiyyetine ermesidir. Böyle bir teveccüh ve maiyyete erme neticesinde hak yolcusunun bir kısım vâridlerle desteklenmesi,
ilham esintilerine mazhariyeti, hatta ‘bî kem u keyf’ Hak’la söyleşmesi –ki, erbabı ona ‘necvâ’ der– gibi hususlar, tamamen onun cehdine ve samimiyetine lütfedilen birer
mevhibe-i ilâhiyedir; gaye değildirler, istenilmeleri de sû-i edebdir. Dahası, amelin onlara bina edilmesi, apaçık hedeften sapma ve kazanma kuşağında kaybetme demektir. Kâmil ruhlar bu kabîl şeylerin talepsiz gelenlerinden bile ürkmüş,
istidraç olabileceği endişesiyle sarsılmış ve bu tür mazhariyetleri
ahiretin bâki meyvelerini dünyada fâni bir surette yiyip bitirme sayarak: ‘Allahım, Sen o
vâridâtı arzu edenlere ver; / Bana sadece dîdârına giden yolları göster.’ demiş ve sürekli O’na tahsis-i nazar etme üzerinde durmuşlardır.”
4)